Şebnem şarkısında demişti bunu; ‘’Sen hiç, hiç oldun mu? ‘’ Bunu koltuğun ucuna oturanların sesledikleri her cümlede duyuyor gibiyim. Gözleri her an kapıda, ikram edilen suya dokunulmadı bile, öfkeleri düşük perdeden. Bir duyguyu çağırıyorum, suçluluk hemen peşinden koşar adım. Kaşlarının üzerine serildiği kasları daha aşağıda daha eğik. Gözlerimi gözlerine diksem kaçıracak, hiç bakmasam incinecek, beni bir ikirciğin ortasına bırakıyor her yeni düşünce. Dünyada ayak izi bırakmadan yürümeyi kendilerine şerh koşmuşçasına bir parmak ucunda yürüme hali var sanki. Perdeyi aralayıp bakmak istiyorum, ışığı tam üzerine tutmak istiyorum. Seni görüyorum, ne kadar iyi saklanmış olsan da. Beraber saklanabiliriz istersen, sadece biraz daha.
İnsan doğduğu evi dünyası sanıyor. Nasıl sanmasın, bizler prematüre doğuyoruz. Yani doğduğumuzda daha organlarımızın gelişimi devam ediyor, doğduğunda dünyaya bu kadar yabancı bu kadar uzak bu kadar aciz başka bir memeli yok diyor biyoloji. Tek bildiği görmek ve gördüğünü gerçek sanmak. Gerçek şu ki, sanrılar gerçekliğimizi oluşturuyor aslında. Annemin annesinin annesinden alıp da getirip kucağıma bıraktığı o çok eski ve köklü duyguyu kendi duygum sanma sanrısına, patoloji diyor işte psikoloji. Anne kucağında, baba sırtında hissettiğimiz duygu neyse, hayat ona dönüyor zihnimizde. Bu evde bir sahne var mı, çıkabilecek mi sahneye o muhtaç çocuk? Ona bir ışık tutulacak mı? Sırtı sıvazlanacak mı, iyi ki varsın denilecek mi? Hata ettin ama ben de etmiştim diyen çıkacak mı? Yoksa köşede birkaç oyuncağıyla kalacak mı çocuk? Ve arada bir üzerine bırakılan öfke nöbetlerini duyup daha da sıkışacak mı köşesine? Öfke nasıl da ezici, nasıl da saldırgan bu küçük bedenin üstünde. Sesi yok, başkalarının sesleriyle sesleniyor, misal anne misal baba sesi, eylemleri yok, taklit ederek adımlıyor, fikri var ama cesareti yok ötekinin düşünceleri ezberletiliyor dimağına. Ve evden çıkma zamanı geldiğinde, evin sanrılarıyla hayatın gerçekliği arasında bir seçim yapmak zorunda. Babası gibi öfkeli sandığı kişi artık mahalledeki esnaf, sınıftaki arkadaş, lisedeki öğretmen, yan sıradaki zorba çocuk, üniversitedeki görevli, işteki patron. Artık herkes bu sanrının bir parçası, bu evin devamı sanki bu çocuğun zihninde. Bütün diğer ötekiler babası, annesi, evde kimdiyse baskın kişinin ta kendisi sanki.
Ve nihayet koltuğun ucuna oturan kişi oldu o. Yeni insanlara yeni kimlikler biçecek cesareti kendine hak görmüyor. Kafasının içindeki bütün öğrenilmiş sesleri kendi sesi sanıyor. Buna inanmak, herkesi ona öfkeyle yaklaşacak insanlar olarak tanımlamak, yeni bir dünya fikri inşaa etmekten daha zor geliyor. Bildiği cehennemi, hiç bilmediği cennete tercih ediyor.
Bütün gün sokakta, durakta, otobüste, mağazada, evde, diğer insanlarla etkileşime geçip de hayatın içinde süzüldüğü her yerde parmak uçlarıyla yürüyüp, kimselerin dikkatini çekmedi. Çekmeyi zaten istemezdi. Nihayet kliniğe geldi, koltuğun ucuna oturdu, çantası elinin hemen altında. Koltuğa izini, yüzüme gözlerini bırakmak istemiyor o eski duygusu. Ama bir şey var ben duyuyorum, koltuğun ucunda da olsa oturdu nihayet, onu görüyorum. Sen de görüyor musun?